EFTALİT

İnönü nasıl cumhurbaşkanı seçildi?

Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanlığı koltuğuna İsmet İnönü oturmuştu. Ancak koskoca Atatürk’ün halefinin belirlenmesi pek öyle kolay olmamıştı Gazeteler 12 Kasım 1938 günü, yeni cumhurbaşkanının İsmet İnönü olduğunu yorumsuz ve inanılmaz bir sessizlik içinde duyuruyorlardı okurlarına. Hatta Kemalist yönetimin sözcülerinden Falih Rıfkı Atay, olayı daha da düzleştirerek, ‘Kamutay [Meclis], dün Atatürk’ün hatırasını ağlayarak takdis ettikten sonra, ilk iş olarak İsmet İnönü’yü devlet reisliği vazife ve hizmetine çağırmıştır’ şeklinde sunmaktaydı. Görev ve hizmete çağrılmıştır, öyle mi? Bu kadarcık mı yani? Koskoca Atatürk’ün boşalttığı koltuğa oturacak zatın seçilme macerası kamuoyuna böylesine bir basitlik ve düzlükte duyuruluyorsa, şüphelenmek için elimizde yeteri kadar sebep var demektir. O zaman biraz gerilere gidelim ve İnönü’nün ilk cumhurbaşkanlığına nasıl seçildiğine daha yakından bakmaya çalışalım. Bakalım bu soğuk nevale cümleler hangi mahşer kazanlarının dumanını örtbas etmek için sarf edilmiş? YA ŞÜKRÜ KAYA OLURSA? 1937’nin ikinci yarısında Atatürk’ün sağlık durumu giderek bozulmakta ve dikkatler kaçınılmaz olarak onun yerine kimin geçeceği meselesi üzerinde toplanmaktaydı. Her ne kadar Gazi, Hatay’ın bağımsızlığı uğruna yollara düşmüşse de, bu ani hareketlilik sirozu azdırmış ve dönüşünde onu yatağa esir almıştı. İşte o günlerde meclis, ordu ve basın, mevcut cumhurbaşkanı adayları arasında öne çıkan isimlere yakınlaşmaya ve uzaklaşmaya başlamış, Atatürk’ün halefi üzerinde bahisleşmeler kızışmıştı. Bu sırada öne çıkan isimler şöyleydi: Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Başbakan Celal Bayar, eski Başbakan İsmet Paşa ve Atatürk döneminin derin işlerini yürüten, özellikle istihbarata ve polise hakim olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya. Şimdilerde fazla dikkat çekmeyen, hatta unutulan Şükrü Kaya, o günlerin en etkili ve yetkili devlet adamları arasındaydı ve Harbiye’de bile kendine taraftar toplamaya başladığı dikkatlerden kaçmıyordu. TAHT KAVGASI Şimdi adayları gözden geçirelim. İsmet İnönü: Heybeliada’da inzivaya çekilmiş bulunan İsmet Paşa, her ne kadar Atatürk zaman zaman çağırıp gönlünü alsa da, 1937 sonlarından itibaren gözden düşmüş durumdaydı. Prestij ve şöhreti, başbakanlığından ziyade Atatürk’e sadakatinden ve Garp Cephesi Kumandanlığından geliyordu; bir de 15 yıla yakın sürdürdüğü CHP Başkan Vekilliğinden (Başkan, tabii olarak Gazi Mustafa Kemal’di). Fevzi Çakmak: Özellikle asker cephesiyle kimsenin tartışmaya cesaret edemediği Fevzi Çakmak’ın şöhret ve erdemi geniş halk kitlelerini ve başında bulunduğu orduyu memnun edebilirdi ama meclis ve örgüt buna pek sıcak bakmıyordu. Üstelik de anayasada cumhurbaşkanı adayının milletvekili olması zorunluluğu vardı. Bu da Mareşal’in reisicumhurluk ihtimalini daha baştan zayıflatıyordu. Celal Bayar: Atatürk’ün İnönü’den sonra yeni gözdesiydi, özellikle İş Bankası başarısıyla göz doldurmuştu ama CHP örgütü onu bütünüyle kucaklamamıştı ve İnönü yanlısı devletçiler tarafından sürekli topa tutuluyordu. Şükrü Kaya: İçişleri Bakanlığı’na ilaveten Recep Peker’in istifasından sonra CHP Genel Sekreterliği koltuğuna da oturan Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Salih Bozok, Ali Çetinkaya, Hasan Rıza Soyak gibi Atatürk’ün yakın arkadaşlarına yaslanıyordu ama İnönü faktörüne rağmen örgüte hakim olması pek kolay görünmüyordu. Velhasıl o günlerin manzarasına baktığımızda askerin Çakmak ile İnönü’yü, Atatürk’ün yakın çevresi ile istihbaratın (tabii polisin de) Şükrü Kaya’yı, özellikle iş dünyasının Bayar’ı destekledikleri anlaşılıyordu. Anlaşıldığı kadarıyla burada düğüm, askerin adayını netleştirmesiyle çözülecekti. Çakmak mı, İnönü mü? Asker eğer bunlardan birinde karar kılabilirse, diğer adayların temeli zayıflayacaktı. ÇAKMAK-KAYA ÇATIŞMASI Bu ikilemde eli zayıf olan Mareşal’di çünkü milletvekili değildi. Ancak tertemiz ve parlak bir geçmiş onu öne çıkartıyordu. Onun karşısında yer alan İnönü ise gözden düşmesine rağmen askerler arasındaki efsanesini koruyordu. Burada belirleyici olacak olan Genelkurmay Başkanıydı. Çakmak için için seçilmeyi istiyordu elbette. Ancak istemediği biri vardı: Şükrü Kaya. Bir seferinde Şükrü Kaya kendisini fena faka bastırmış, askerliğin sadece kuvvet değil, zekâ ve kıvraklık da istediğini göstermişti. Mesele şuydu: Atatürk hastalanınca gizli devleti eline geçiren Kaya, Montrö Sözleşmesi’nden sonra -kendisi de İstanköylü olduğu için- dikkatini Ege adalarında toplamıştı. Günün birinde haritaları kim bilir kaçıncı defa önüne açıp da incelemeye başlayınca gördü ki, Lozan Antlaşması’nın adalardan bahseden 12. ve 15. maddelerinde bazı küçük adaların adları zikredilmemiş, yani kime ait olduğu belli edilmemişti. İtalya’ya ve Yunanistan’a bırakılacak adalar teker teker sayıldığı halde 12. maddede ‘Anadolu sahillerine 3 milden yakın adalar Türk hakimiyetine bırakılmıştır’ denilip geçilmiş, bu adaların hangileri olduğuna herhangi bir açıklık getirilmemişti. İşte Lozan’daki bu boşluk Şükrü Kaya’yı harekete geçirmeye yetecektir. Hemen kıyıları dört bölgeye ayırıp her bölgeye İçişleri Bakanlığı müfettişlerini gönderir ve isimleri sayılmayan adacıkları tespit ettirir. Müfettişlerin getirdikleri bilgi gerçekten de hayret vericidir: Türk kara suları içinde binlerce sahipsiz ada bulunmakta ve işgal edilmeyi beklemektedir. Henüz Yunanistan ve İtalya tarafından işgal edilmemiş bu adalar meselesini derhal Atatürk’e arz eden Kaya, onun emriyle Mareşal Çakmak’ın ziyaretine gider. Ancak etliye sütlüye bulaşıp da başını ağrıtmak istemeyen Mareşal, ‘Olan olmuştur. Artık yapacak bir şey yok,’ cevabını verir. Israr eder Kaya ama Çakmak dağlarını aşamaz. Bunun üzerine meseleyi Bakanlar Kurulu’na getirir. Çakmak’ı da davet ettirir ve başlar konuşmaya. Bütün bakanlar ağızları bir karış açık onu dinlerken düğümü atıp sözü Mareşal’e bırakır. Bir oyuna getirilmek üzere olduğunu anlayan Çakmak, yumruğunu masaya vurarakböyle bir operasyonun sorumluluğunu üstlenemeyeceğini söyler. Ona göre Şükrü Kaya ülkeyi bir savaşa sürüklemek istemektedir. Reddetmez Şükrü Kaya. ‘Evet,’ der ‘Eğer hadiselerin seyri bir harbi zaruri kılarsa kabine karar verir, Paşa hazretleri de uygular.’ Çakmak’ın bu ustaca taktiğe cevabı sert olur: ‘Bir savaşı göze alıyorsan neden böyle bir işe kendin girmiyorsun?’ Kaya’nın beklediği cevap tam da budur. ‘Peki,’ der, ‘gemileri emrime tahsis edin, ben yapayım bu operasyonu.’ Dediği gibi de olur ve bu sahipsiz adalar bir gece içinde işgal edilir. Böylece Şükrü Kaya, Lozan’dan sonra anavatana toprak ilave eden muzaffer bir komutan edasıyla Genelkurmay Başkanı’nın karşısında ciddi bir avantaj yakalamıştır. İşte Fevzi Çakmak’ı Şükrü Kaya’ya düşman eden olay budur. İyi de sadede gel diyorsanız, toparlayayım: Mareşal ile Kaya arasındaki husumet, ikisinin de ‘O olmasın da İsmet Paşa olsun’ deme noktasına gelmesiyle sonuçlanmış, böylece bu karşılıklı nefretten yararlanan İnönü, aradan sıyrılıp Atatürk’ün koltuğuna oturabilmişti. TBMM üyelerinin İnönü’ye çok da bayılmadıkları şuradan bellidir ki, yeni Cumhurbaşkanı göreve başladığının ikinci ayında meclisi fesh ettirmiş ve seçime gitmiş, kendisine uygun bir meclis oluşturmanın derdine düşmüştü. Kendisini zoraki seçen meclise teşekkürünü böylece ifade etmiş olan İsmet İnönü’nün zayıf girdiği seçim sürecinden ne büyük bir güçle çıktığını 13 yıl süren Çankaya ev sahipliği göstermiş olmalıdır. Bu Kaya sert çıktı Sedat Simavi’nin çıkardığı 22 Eylül 1937 tarihli Yedigün’ün kapağını açanlar İçişleri Bakanı’nın bu manalı fotoğrafı ve imalı alt yazısıyla karşılaştılar. Şaşırdılar mı? Sanmıyorum. Çünkü o günlerde İçişleri Bakanlığı rütbesine ilaveten CHP Genel Sekreterliği gibi Başbakan’a yakın bir konum elde etmiş olan Şükrü Kaya’nın ayak seslerinin emniyeti aşıp Harbiye koridorlarına sızmaya başladığı günlerdir ve daha da önemlisi, Atatürk’ün hastalığının artık gizlisi saklısı kalmamıştır. Atatürk’ün koltuğuna kimin oturacağının kıvılcımları bu resimde parıldamaktadır. Alt yazıda şu anlamlı cümleler okunuyor: ‘Kayanın bu türlüsünü yalnız denizde değil, karada da nadir görürsünüz. Bu canlı, heyecanlı ve irfanlı Kaya, bulunduğu her yerde neşe, hareket, ışık ve emniyet uyandıran soydandır. Bakınız, denizde bile şetaretinin kıvılcımları sönmüş değil ve sanki Bay Şükrü Kaya Vekillik sandalyesinde, Meclis kürsüsünde ve Parti makamında olduğu gibi yurdun güzel suları içinde de zeká projeksiyonunu yakmış bir sahil feneridir.’
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol